Günümüzde göç kavramı ve bu kavramın politikayla ilişkisi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Söz konusu bu kitlesel hareketler artık sadece kısmi olarak devletler arasındaki ikili ilişkiyi değil, bölgeleri ve uluslararası ilişkileri küresel düzeyde etkilemektedir.[1] Bu sebeple göçmenlerin statülerinin belirlenmesi ve haklarının korunması amacıyla birçok uluslararası örgüt faaliyet göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Uluslararası Mülteci Örgütü (International Refugee Organisation-IRO), bu kurumlardan biri olup 1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmeleri ile birlikte bugün pek çok ülkenin sığınmacılar karşısındaki tutumlarına yönelik normatif bir çerçeve çizmektedir. Her ne kadar başlangıçta insani kaygılarla başlatılmış olsa da bu girişim, iç savaş sonrasında toplu göçlerin bir politika aracı olarak kullanılmasına da zemin oluşturmuştur. Son tahlilde ortaya çıkan örgütün biçimi, bütçesi ve anayasasının Batı Avrupa devletlerinin lehine olarak belirlenmesinin de, örgütün siyasi özellikler sergileyen bir politika aracı olduğu kanısını güçlendirmektedir.[2]
Son dönemde uluslararası arenada devletler arasında kitlesel göç stratejik olarak kullanılmakta ve zorlayıcı bir aktör olarak göç üreten ‘kaynak ülke’, ‘hedef ülke’ yönetiminin zayıflatılması rolünü birçok farklı mekanizmayı bir arada kullanarak gerçekleştirmektedir. Bu durumun hedef ülkenin uluslararası ilişkilerine verdiği zararın yanında, genel olarak iç ilişkilerine ve yönetime verdiği zararlar da yadsınamaz.
Greenhill kavramsallaştırmasına göre, stratejik olarak kullanılan zorunlu göçün belli şartları sağlaması gerekmektedir:
• Öncelikle göç büyük ölçüde planlanmış olmalı
• Stratejik olmalı
• Son olarak, zorlayıcı olmalıdır.
Bu üç şart göz önüne alındığında, Suriye’de iç savaşın başlamasının ardından toplu göçe zorlanan halkın zorlayıcı bir dış politika aracı olarak kullanıldığı ve bir siyasi dengeleme hamlesi olarak yönlendirildiği görülmektedir.
Buna ek olarak, göç üreten ülke:
• Hedef ülke yönetiminin iktidarını zayıflatmak
• Hedef ülke rejimi ile ilgili memnuniyetsizliği arttırmak
• Hedef ülkenin güvenliğini sekteye uğratmak
• Genel olarak hedef ülkenin enerjisini azaltmak veya farklı yerlere yönlendirmek,
gibi farklı mekanizmaları bir arada kullanarak göçü stratejik bir politika aracı olarak kullanmakta ve hedef ülkenim siyasi bir çıkmaza düşmesi için çabalamaktadır.
Nitekim Türkiye’de kitlesel göçün başlamasının ardından peş peşe gerçekleşen terör hareketlerinin faillerinin sığınmacı olduğunun ortaya çıkması gibi örnekler, özellikle iktidarın göç politikasının ciddi bir şekilde eleştirilmesine ve insanların ırkçı ve göçmen karşıtı yaklaşımlarının güçlenmesine sebep olmuştur.
Zorlayıcı göç, küresel düzlemde ve tüm iktidarlar nezdinde siyasi bir sorun olagelmiştir. Bu sorun yalnızca göçün toplumda heterojen bir yapı oluşturmasından değil, devletlerin göç politikalarını iki ayrı uçtan beslenerek oluşturmaya çalışmaları neticesinde içinden çıkılmaz bir dilemmaya dönüşmüştür. Bir taraftan sığınmacıların benimsenmesi ve entegre edilmesi bir politika aracı olarak benimsenmeye çalışılırken diğer tarafta ise sığınmacılara verilen desteğin çekilmesi ve hatta sığınmacıların ülkeyi terk etmeye zorlanması devletlerin içinde bulunduğu siyasi ikilemi göstermektedir. Nitekim Türkiye’de iktidarın göçmen ve mültecilere yaklaşımının tamamen insani olduğunun vurgulanması yanında, Suriyeli sığınmacıların ‘geçici koruma’ statüsüne alınmaları ve ‘misafir’ olarak nitelendirilmeleri de bu ikilemin bir sonucudur. Yine hedef ülkenin de bir başka ülkeyi hedef ülke olarak belirleyerek ‘kapıları açmakla tehdit etmesi’ de göçün stratejik ve zorlayıcı bir politika aracı olarak kullanılabildiğinin bir örneğidir. [3]
Zorlayıcı göçe Batılı ülkelerin gözünden bakıldığında, genel tavrın, sığınmacıların milli menfaatlere ciddi bir tehdit olarak görülmesi sebebiyle, tepkisel ve uzlaşımsallıktan uzak olduğu görülmektedir. Bu yaklaşım, göç üzerindeki kontrol ve sınırlamaların olumsuz seviyede artmasına ve yabancı düşmanlığının (xenophobia) ve ırkçılığın prim yapmasına ve aynı zamanda Doğu Avrupa’dan başlayarak radikal sağ partilerin yüksek oy oranlarına sahip olmalarına yol açmaktadır. Avrupa, göç hususundaki zorlayıcı ve dışlayıcı tavrından uzaklaşarak, göç kontrolü yerine göç politikalarını ve güvenlik yerine entegrasyon anlayışını benimsemelidir.[4]
Göçün stratejik bir politika aracı olarak kullanılması konusunu, devletlerin benimseyebileceği sürdürülebilir göç politika önerileri ile pekiştirecek olursak;
Sürdürülebilir Göç Politikası, şu ilkeleri temel almalıdır:[5]
• Düzensiz göçün sebepleri ve etkilerini göz önüne alan uzun dönemli bir yaklaşım
• Bireylerin hakları ile devlet egemenliğini uzlaştıran dengeli bir yaklaşım
• Hükümetin farklı birimleri, hükümet ile STK’ları ve sivil toplum arasında ve farklı ülke hükümetleri arasında diyaloğu geliştiren bütüncül bir yaklaşım
• Bu yaklaşımların temel alındığı sürdürülebilir bir göç politikasının ülkemizde uygulanabilmesi için gecikmeden bir Göç Bakanlığı kurulmalı ve uzun vadeli yönetim planı hazırlanmalıdır. Zira ülkemizdeki göçmen ve mülteci sayısı ve niteliği dikkate alındığında halihazırda işleyen sistemin yoğun çabasına rağmen yetersiz kaldığı açıktır.
• Sürdürülebilir Göç Politikası, aşağıdaki unsurları kapsamalıdır:
• Önlemlerin ve yasal düzenlemelerin uygulanmasının denetimi
• Düzenli ve örgütlü göç programları
• Geri dönüş programları
• Göçmen/Sığınmacı kaçakçılığı ve insan tacirleri ile mücadele stratejileri
• Geniş göçmen/Sığınmacı hareketleri içinde sığınmacıların korunmasına yönelik özel programlar
Bununla birlikte sığınmacıların entegrasyonunun sağlanması gerekliliği çerçevesinde, Suriyeli sığınmacılara yönelik başarılı bir göç politikası oluşturmanın gereklilikleri şunlar olabilir:
• Antropolojik açıdan; göçün kültürel değişimi ve etnik kimliği etkileme düzeyi,
• Demografik açıdan; göçün yerleşik nüfus yapısında nasıl bir değişime yol açtığı,
• Ekonomik açıdan; göç etmeye yol açan nedenlerin ve etkilerin ortaya konulması,
• Coğrafik açıdan; göçün mekânsal yöneliminin nedenleri,
• Tarihsel açıdan; göçmen deneyimlerini öğrenme yollarına ışık tutması,
• Hukuksal açıdan; göçü etkileyen hukuksal temeller,
• Siyaset bilimi açısından; devletlerin göçü kontrol etmekteki başarısızlıklarının nedenleri,
• Sosyolojik açıdan; bir topluluğa dahil olmak ya da dışarıda bırakılmaya yol açan nedenleri araştırmak, göç politikalarının oluşturulmasında yol gösterici olabilir.[6]
SONUÇ
Göç; devletlerin kullandığı stratejik bir politika aracı olmasının yanında, yaşayan bir kitlesel insan hareketidir. Devletler, sığınmacıları sayılar ve istatistiklerden ibaret bir tehdit unsuru olarak görme yaklaşımından uzaklaşarak entegrasyon ve uyum çalışmalarına ağırlık vermelidir. Göçmenlere karşı geliştirilen nefret ve korku politikasının sürdürülmesi yalnızca sığınmacılara değil, başta Avrupa’nın iddia ettiği özgürlükçü yaklaşımlarına ve uluslararası arenadaki insan hakları normatif düzenine zarar vermektedir. Ve hatta denebilir ki sözde göçmen kontrolü politikası yaşama hakkı başta olmak üzere birçok temel insan hakkını özünden sarsmakta ve göçmen kaçakçılığının yolunu açarak insan ticaretine sebep olmaktadır. Zorlayıcı bir politika aracı olarak kullanılan göçün, yerini insana değer veren sürdürülebilir göç politikalarına bırakması sorunun tek doğru çözümüdür.
Elif Arıcıoğulları Korkut
24.02.2021
[1] Bir Dış Politika Aracı Olarak Kamu Diplomasisi ve Göç, Gündoğdu, Serkan, Boyalı, Handan
[2] Zorlayıcı Bir Dış Politika Aracı Olarak Göç, İbrahim Efe
[3] https://www.orsam.org.tr/tr/zorlayici-bir-dis-politika-araci-olarak-goc/
[4] Avrupa Birliği Göç Politikaları ve Göçmenlerin Sosyal Olarak İçerilmelerine Etkisi: Koçak, Gündüz
[5] Uluslararası Göç Küresel Komisyonu (Koser, 2005)
[6] Brettell ve Hollifield, 2008, s. 4);